Milli İlacın ‘Formülü’ Savunma Sanayi Modeli

By Fortune Türkiye

Türkiye reel sektörü açısından savunma sanayinin önemi bir başka. Tanklardan hava savunma ve füze sistemlerine, İHA’lardan SİHA’lara özellikle son yıllarda Türk firmaların tamamen yerli üretimi olan birçok savunma sanayi ürünü, dünyanın pek çok ülkesine ihraç ediliyor. 2023 yılında 5.5 milyar dolarlık ihracat gerçekleştiren sektörün, 2024 yılı ilk yedi aylık ihracatı ise 3.3 milyar dolar. Aselsan’dan Roketsan’a, Havelsan’dan TUSAŞ’a, TEI’den FNSS’ye Türk Savunma ve Havacılık Sanayi İmalatçılar Derneği’ne (SaSaD) üye 260’ın üzerinde firma bu sektörde faaliyet gösteriyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı gibi kamu kuruluşlarının kurduğu birçok şirket, bu statüsünü halen koruyor. Türkiye’nin savunma sanayi gibi bir başka stratejik sektörü de ilaç endüstrisi. Bu sektör elbette sadece Türkiye için değil, her ülke için stratejik öneme sahip. İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası’na (İEİS) üye 53 firma bu sektörde faaliyet gösteriyor. Aralarında Cumhuriyetten daha eski olan şirketler var. Sektörün çatı kuruluşu İEİS bile tam 60 yaşında. Ancak buna rağmen Türkiye henüz kendi ilacını üretebilmiş değil.
Türkiye’nin 2010’lu yıllarla başlattığı “Milli İlaç” projesinin başında bulunan ve ABD Boston merkezli varlık yönetimi ve yatırım şirketi Appleton Partners’ın Yaşam Bilimleri Departmanı Direktörü Dr. Kemal Oğuz Kalafat, Türkiye’nin kendi ilacını üretmesi için gerek Ankara’yla, gerek bu işe istekli üniversitelerle, gerekse ilaç sektörüyle yoğun bir temas içinde. Türkiye’nin kendi molekülünü üretebilmesi için savunma sanayinde olduğu gibi ilaç sektöründe de devletin elini taşın altına koyması gerektiğini savunan Kalafat, “Savunma sanayinde dünyada ilk sıralarda yer alan firmalarımız var. Üstelik bu firmalar kendi teknolojilerini üretiyorlar. Bu, devletin bu işi sahiplenmesiyle oldu. Devlet ilaç sektörünü de sahiplenmeli. Kendi ilaç ve diğer sağlık bilimleriyle ilgili yeni teknolojilere ulaşma konusunda sektör ve bileşenleri sahipsiz. Tribünlere oynayan beyanatların dışında ciddi, altyapısı oluşturulmuş bir strateji yok. Cumhurbaşkanı ilaç üreticilerini bir araya getirmeli ve bu iş için sürdürülebilir milli bir stratejinin oluşturulmasını sağlamalı. Bu, ilaç firmalarının da, molekül geliştirecek üniversitelerin de işine yarar. Türkiye’nin nüfusu yakında 100 milyonu bulacak. Kendi ilacımızı üretemezsek, bu işin altından kalkamayız. Türkiye’nin en büyük bütçe açıklarından biri de ilaçlar için yurtdışına ödediği lisans ücretleri. Sadece beşeri ilaçların lisansı için yılda yaklaşık 7 milyar dolar ödüyoruz. Bunun tarım ilaçları, beşeri olmayan hayvansal ilaçları var. Üstelik bunun alıcısı da devlet” diyor.

HER ÜLKENİN STRATEJİSİ FARKLI
Kalafat, bugün kendi ilacını üreten ülkelerden örnekler vererek, ilaç üreten şirketlerin hepsinin arkasında devlet gücünün olduğunu vurguluyor. Bu ülkelerden birinin Hindistan olduğunu söyleyen Kalafat, 1960’li yıllara kadar dünya ilaç üreticilerinin lisansıyla üretim yapan Hindistan’ın açık açık, hiçbir kurala uymadan ilaçları taklit yoluyla halkına temin edeceğini söyleyerek, kendi molekülünü geliştirdiğini hatırlatıyor. Hindistan’ın birçok sektörde olduğu gibi ilaç sektöründe de büyük bir oyuncu haline geldiğine işaret eden Kalafat, bugün dünyanın önde gelen yatırım şirketlerinin Hintli ilaç üreticilerine yatırım yaptıklarına dikkat çekiyor. Geliştirdikleri ilaçlarla dünyanın en önemli üreticileri olan Güney Koreli, Japon ve İsrailli firmaların arkasında da yine devlet desteğinin olduğunu kaydeden Kalafat, şu bilgileri paylaşıyor:
“Güney Kore hükümeti Samsung ve Hyundai’yi bu konuda destekledi. Biz bu firmaları otomobil ve televizyon gibi ürünleriyle biliyoruz fakat bunlar aynı zamanda dünyanın önde gelen ilaç üreticileri. Bünyelerinde devasa ilaç firmaları var. Kanser ilaçlarının üretiminde dünyada söz sahibi olan bunlar. Japonya’nın da kendi ilacını üreten devasa firmaları var. Japon hükümeti bu firmaları yapay zeka gibi yeni teknolojilere adapte olmaları için yeniden destekleme kararı aldı. Kendi molekülünü geliştiren İsrailli firmaların arkasında ise ülkenin silahlı kuvvetleri var. İsrail silahlı kuvvetlerine bağlı şirketler 1950’li yıllarda jeopolitik ve soğuk savaş risklerine karşı kendi teknolojileriyle koruyucu ilaçlar geliştirdiler. Bugün halen İsrailli ilaç firmalarında sembolik de olsa silahlı kuvvetlerinin payı var.”

“3-4 YILDA KENDİ MOLEKÜLÜMÜZÜ ÜRETİRİZ”
Şu anda İrlanda, Çekya, Polonya, Rusya gibi ülkelerin de kendi ilaçlarını üretmek için çaba gösterdiklerini belirten Kalafat, Türkiye’nin de kendi ilacını üretmek amacıyla devletin öncülüğünde bir yapı oluşturması halinde 3-4 yıl içinde kendi ilacını üretebileceğini söylüyor. Kalafat, “Cumhurbaşkanımız, üstüne basarak söylüyorum, ilaç firmalarının patronlarını bir araya getirip, bu konuda kararlı olduğunu sektöre göstermeli. Bir sorun yaşadıklarında yanlarında olacağını belirtmeli. Devletin bu iş için sembolik bir kaynak ayırması yeterli. Gerisi özel sektörden gelir. Hazine ve Maliye Bakanlığı yabancı finans kuruluşlarının Türkiye’deki teknoloji şirketlerine yatırım yapmaları için ciddi çalışmalar yürütüyor. Yabancı yatırımcılar böyle bir proje için de Türkiye’ye çekilebilir” diye konuşuyor.
Dünyanın önde gelen pek çok üniversitesinde kürsüsü olan, bu üniversitelerin laboratuarlarını yöneten Türk bilim insanlarının olduğunu vurgulayan Kalafat, hükümetin bu bilim insanlarını Türkiye’ye bu tür bir strateji ile çekmesi gerektiğini dile getiriyor. Ancak ne hükümette ne de muhalefet partilerinde böyle bir çalışma olmadığını belirten Kalafat, “İlaç sektörü sahipsiz durumda. Türkiye’de ilaç sanayi devlete bağımlı. Avrupa ve ABD ilaç sanayi de bir ölçüde devlete bağımlı ama bizdeki kadar değil. Bu yüzden ilaç sektörü siyasetten çok fazla etkileniyor. Bu da sektörün bölünmesine, gücünün azalmasına neden oluyor” tespitinde bulunuyor.

ÜNİVERSİTE-SANAYİ İŞBİRLİĞİ ÇOK ÖNEMLİ
Türkiye’nin kendi alacını geliştirmesinin önemli bir başka ayağının da üniversiteler olduğunu dile getiren Kalafat, sadece ilacın değil, tüm teknolojilerin çakış noktasının üniversiteler olduğunun altını çiziyor. Kalafat, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Üniversitelerin kuluçka veya teknoloji transfer merkezleri, öğrencilerin geliştirdiği fikirleri sanayi ile işbirliği aşamasına taşıma konusunda çok önemli. Fakat derinliği ve bağımsızlığı olmayan üniversitelerden bu tür fikirler ve projeler çıkmaz. Ne yazık ki Türkiye’deki üniversiteler bu konuda yetersiz. Kafasında fikir olan, bunu geliştirmek isteyen öğrenciler, bu projelerini yurtdışındaki üniversitelere götürüyorlar. Çünkü kendi üniversitelerinde bunu geliştirebilecekleri bir yeti, bir derinlik ve ortam bulamıyorlar. Bana bu konuda Türkiye’deki üniversite öğrencilerinden sürekli talep geliyor. Dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında ne yazık ki Türkiye’den hiçbir üniversite yok. Dünyada üniversiteler arasında artık inanılmaz bir rekabet var. Çin, Güney Kore gibi ülkelerin üniversiteleri de bu yarışa dahil oldu. Biz maalesef yerimizde saydık. ABD’de bizdeki TÜBİTAK’a benzer kurumlar sürekli proje geliştiriyor. Bugüne kadar TÜBİTAK’tan gelen ve ticarileşen bir tane ilaç projesi yok. Bu aslında Türkiye’deki durumu ortaya koyuyor.”

BENZER MAKALELER

SON MAKALELER

Loading...