Türkiye’de son 10 yılda izlenen büyüme modeli tıkandı mı? Ya da sürdürülebilir bir büyüme için politika değişikliğine mi ihtiyaç var? Sanayi göz ardı edilerek inşaatın lokomotif olduğu bir büyüme ne kadar sağlıklı? Bu ve benzeri sorular bir süredir ekonomistler arasında konuşuluyordu. Ancak Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın inşaatta dikey büyümeye son verilerek sanayi odaklı büyümeye geçilmesine yönelik açıklamaları, büyüme modeli ve sanayiye ilişkin sorunları ekonomi gündeminin ön sıralarına taşıdı. Bu tartışmaların gündemin ilk sıralarında yer aldığı bir ortamda Türkiye’nin en büyük sanayi odası olan İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan’ın kapısını çaldık. Bahçıvan, son 10 yılda kitleleri kısa vadede mutlu edecek bir ekonomik anlayışın tercih edildiğini, bu nedenle sanayinin öneminin göz ardı edildiğini söylüyor. Dünyada bol ve ucuz para döneminin bittiği bir ortamda Türkiye’nin ihtiyacı olan büyümeyi bu haliyle sürdürmesinin mümkün olmadığını belirten Bahçıvan, “Petrol de bulsak, altın da bulsak mümkün değil. Bu nedenle Türkiye, mutlaka ve mutlaka üretime dönmek zorunda” diyor.
Son 10 yılda birçok sanayici gayrimenkul rantına yenik düştü. Bu anlamda sanayicilerin gayrimenkul sektörüne yatırımı tercih ettiği bir dönem yaşanıyor. “Sermaye duygusallıkla bir yere kadar gider sonrasında fırsatların peşinden koşar. Bankacılığın da özünde de sanayiciliğin özünde de fırsatların doğru değerlendirilmesi var. Zaten fırsatı doğru değerlendiremediğinde doğru işadamı olamazsın” diyen Bahçıvan, bu nedenle sanayicilerin de gayrimenkul fırsatını değerlendirmelerini takdirle karşıladığını söylüyor. Ancak Bahçıvan, hükümetin de işin vehametini anladığını ve sorunların tespitinde buluştuklarını, önümüzdeki dönem çözüm reçetesi üzerinde odaklanmanın yararlı olacağını söylüyor. Çözüm noktasında ilk adımın finansman sorunlarının çözümünde atılması gerektiğine dikkat çeken Bahçıvan, bunun için kalkınma bankacılığının yeniden hayata geçirilmesi gerektiğini savunuyor. Bahçıvan ile mevcut büyüme modelini, sanayinin durumunu ve çözüm önerilerini konuştuk…
Sanayinin Türkiye ekonomisindeki payı neden geriliyor?
Toplumların belli birtakım temel ihtiyaç dönemleri oluyor. O dönemlerde siyasetçilerin öncelikleri de o toplumun mutluluk beklentilerini dengeleyecek yapıda oluyor. Toplumun ihtiyaçları ve talepleri içerisinde yol, havaalanı, konut ve çeşitli tüketim ürünleri vardı. Son 10 yılda da kitleleri kısa vadede mutlu edecek bir ekonomik anlayış tercih edildi. Bu tercihle birlikte perakende, hizmet, inşaat, belli ölçülerde turizm, alt yapı ve devlet yatırımlarının yanı sıra ithalata dayalı birtakım sektörlerin Türkiye ekonomisi içerisindeki payları arttı. Burada ana amaç ihtiyaçları, talepleri tatmin etmek olduğu için sanayinin ne kadar önemli ve ne kadar değerli olduğu konusu açıkçası orta vadeli mutluluklar varken çok fazla önemsenmedi. Sanayinin ekonomi içerisindeki payının bir iki puan düşmesi (yüzde 24’ten yüzde 21’e) telafi edilebilir diye bir kaygı yaratmadı. Ancak sanayinin ekonomideki payının yüzde 15’e düştüğünü biz sanayiciler masanın üzerine koyduğumuzda işin vehameti görülmeye başlandı.
Son dönemlerde Türkiye ekonomisindeki büyümenin kalitesi veya sürdürülebilirliği konusunda sanayi tarafından baktığımız zaman endişelerimiz olduğunu her ortamda söylüyorduk. Bugün bu endişelerimizin ekonominin bir numaralı sorumlusu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından da aynı cepheden değerlendiriliyor olması, ortak bir zeminde buluşmamız anlamında bizi tatmin eden ve işin doğru teşhisinde buluştuğumuzu gösteren bir gelişme. Sanayinin payının yüzde 15’e kadar neden düştüğünün kavgasını ve tenkitini yapmanın bir anlamı yok. Bunlar daha sonra yapılabilir ama bundan sonrasının yol haritasını çizen bir sürecin içerisine girmemiz gereken bir noktadayız.
Başbakan Yardımcısı Babacan’ın sizinle aynı teşhisi koyduğunu ve bunun da doğru olduğunu söylediniz ama hükümet programında değişen bir durum yok. Dolayısıyla eylemle teşhis örtüşüyor mu?
Babacan’ın ardından Başbakan Ahmet Davutoğlu da aynı tespitte bulundu. Teşhisten sonraki reçetenin ve tedavinin nasıl olacağını hep beraber göreceğiz. Ama teşhisteki mutabakatın dahi önemli bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin bugüne kadar sürdürmüş olduğu büyüme aksiyonlarının, yol haritasının artık bir makas değiştirme ihtiyacı doğurduğunu sadece biz sanayiciler söylemiyoruz, bu işin rotasını çizen, dümeninde olan en önemli sorumlular da bunu kabullenmiş vaziyette.
“Geçmiş 10 yılda kısa vadede kitleleri mutlu eden bir büyüme modeli tercih edildi” dediniz. Kısa vadede mutluluk getiren bu büyüme modeli orta-uzun vadede neden sürdürülemez?
Türkiye’nin mevcut büyüme yapısıyla devam etmesi “kırk katır mı, kırk satır mı” olayının bire bir görüntüsünü sergiliyor. Bu modelle büyümeyi biraz artırdığınızda cari açık 75-80 milyar dolarlara fırlıyor; aman bu risk oluşturmaya başladı, tedbir alalım dediğinizde, direkt veya dolaylı yollarla tüketim, inşaat, hizmet sektörünün önünü kesiyorsunuz. Üretimden kaynaklı olmayan diğer büyüme kalemlerinin önünü kestiğiniz zaman da cari açık 50 milyar doların altına geriliyor ama büyüme de iki üç puan düşüyor. Bu şekilde bir tıkanma yaşanıyor. İlk yedi-sekiz yıl bu sorunu ciddi düzeyde hissetmedik ama sonrasında Türkiye cari açıkla büyüme arasında sıkıştı. Eskiden büyümeden bir puan fedakarlık ettiğimizde cari açığımız 20-25 milyar dolar düzeliyordu ama bugün büyümeden bir puanlık fedakarlığın cari açığa bir katkısı olmuyor. Böyle bir sarmalın içerisine girdik.
FED’in önümüzdeki yıl faizleri artırması bekleniyor. Bu durumu da göz önüne alarak mevcut tabloya yönelik değerlendirmenize devam ederseniz…
“Cari açık sürdürülebildiği sürece sorun değil” deniyor, güzel. Zaten bugüne kadar da bu iş böyle geldi. Ama önümüzdeki dönem dünyada beklenen gelişmeler, cari açığın 50-60 milyar dolara gerilese de eskisi kadar kolay çevrilebilmesinin mümkün olmayacağının işaretlerini veriyor. Ucuz ve bol para döneminin bitmesiyle, Türkiye’nin bırakın yeni cari açık yüklerini kaldırmasını, mevcutları dahi sürdürmesi kolay değil. Daha net ifadeyle ucuz ve bol para sihrini kaybettiğimiz zaman cari açık vermeye razı olsak dahi cari açığı çözecek olan pansumanın çok kolay bulunamayacağı bir döneme giriyoruz. Daha pahalı ve daha zor bir pansuman dönemine girdiğimiz için bu tedbirlerin dünden çok daha güçlü alınması gerekiyor. “Bu anlamda teşhis var, çözüm gelecek mi” sorunuza karşılık olarak da “Zor oyunu bozar” noktasında olduğumuzu belirtmek isterim.
Son 10 yılda birçok sanayi grubunun gayrimenkul yatırımlarına yöneldiğini görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sermaye duygusallıkla bir yere kadar gider, sonrasında fırsatların peşinden koşar. Bankacılığın da özünde de sanayiciliğin özünde de fırsatların doğru değerlendirilmesi var. Zaten fırsatı doğru değerlendiremediğinde doğru işadamı olamazsın. Sadece duyguya bağlı bir hareket tarzı ile bir yere kadar yürürsünüz, sonrasında fırsatlara hakim olan, hayata hakim olur. Bu nedenle sanayicilerden gayrimenkule gidip, o fırsatı değerlendirenlerini de takdir ederim. İşin özünde herkes kâra bakıyor. Kâr kaynağını doğru tespit edip, o kâra yönelen kişi doğru ve başarılı işadamı olmuş oluyor.
Peki kârlılık anlamında sanayi nerede tıkanıyor?
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bunun cevabını şöyle verdi; “Bir arsayı al, üstünde iki kalemle bir imar değişikliği yap, bir gecede hallet.” Bu o kadar net ve açık ki benim bunun üzerine bir şey söylememe ihtiyaç yok. 12 yıldır ekonominin dümeninde olun birinin söylediği bir gerçek var ortada. Bu kadar farklı yönleriyle (vergi, vadesi, zamanı, kolay müşteri bulması, finanse edilmesi gibi) birçok faktörü üst üste koyduğumuzda bu kadar bağıran bir iş varken sanayicinin kendi içerisinde kalıyor olmasını, çok büyük övgülerle karşılamak lazım. Bütün bu gerçeklere rağmen hâlâ sanayicilikle devam etmek hakikaten duygusallık. Ben de o duygusallığın bir parçasıyım ama bu fırsatları bir tarafa bırakıp da bu fırsatları sanayi lehine tercih edenlerin eminim ki diğer yolu tercih edenlerle kıyaslandığında 10 yılda ciddi bir servet kaybı oldu.
İşin ucu bu kadar kaçmalı mıydı?
Tabii ki hayır. Ben geçmişi çok fazla eleştirmek istemiyorum ama işin ucunun bu kadar çok kaçırılmış olması Türkiye’de yarın bu tartışmanın çok daha derin boyutlu yapılması gerektiğini gösteren bir durum ortaya koyuyor. Elbette Türkiye inşaat yapmalı, kentsel dönüşümü yapmalı, konut kalitesini yükseltmeli, yabancılara konut üretmeli. Bunların hiçbirine karşı değiliz. Biz inşaat düşmanı değiliz. Kaldı ki inşaat sanayiyi besleyen alanların başında geliyor. Ama çocuklar arasında bu kadar ayrım yaptığınız zaman, ailenin bir çocuğuna bu kadar rahat bir hayat sunduğunuz zaman diğer çocuk da bunun ezikliğinin acısını çekiyor. Biz inşaatın sanayi nezdinde güçlü bir destekle bırakılmış olmasının acısını bir süre yaşayacağız.
Bu sadece inşaatla sınırlı kalmadı. Türkiye’de son 10 yılda sanayi dışında tüm sektörlerde bu avantaj oluştu. Her sektör her dönem aynı gücü, aynı desteğe alacak diye bir şey yok. Bugün dünyanın birçok ülkesinde de hizmet sektörü daha fazla pay alıyor. Ama bizim uzun vadeli menfaat, risksiz sürdürülebilir gerçeklerimizde, sanayinin değerinin diğer sektörlere yönelik -kısa vadeli ihtiyaçlar ne olursa olsun- hiçbir zaman ihmal edilmemesi gerekiyor. Umuyorum ki geçmiş dönem Türkiye’nin bu dikkati, bu hassasiyeti sanayinin aleyhine kaydırmayacağı ikazı vermiş olsun.
10 yılda iş dünyası da mevcut büyüme modelini alkışladı ve bu modelle ekonomide öngörülebilirliğin arttığını her fırsatta söyledi. İş dünyası ya da sanayiciler olarak sizler de sıkıntıları görmediniz mi?
Finansal istikrarın getirmiş olduğu çok önemli bir avantaj yakaladık. Finansal istikrar iş dünyasının yıllardan beri hasretini çektiği, hayal bile edemediği bir süreçti. Türkiye, finansal istikrarla birlikte güçlü büyümenin yarattığı çok önemli bir pozitif algılama süreci yaşadı. Dünyada gelen bol para imkanlarının ekonomiye sunulmasıyla düşük enflasyon, düşük faiz, öngörülebilirlik, kur riskinin ortadan kalkmış olması, öngörülebilir bir kur, bankacılık sisteminin çok daha güçlü olması iş alemi için hasreti çekilen ve uzun yıllar hayali dahi kurulamayan bir süreçti. Bu algılamayla iş dünyasının da önceliklerini sanayi dışı fırsatlarda çok daha yoğunlaştırdığı bir sürecin içerisine girdiğini müşahade ediyorum. Bu nedenle kimseyi de suçlamıyorum. Neticede bu fırsatlar havuzunda herkes kendisi için rahat ve fırsat sunan işlere daha fazla eğilme noktasında bir çaba ve gayret içerisine girdi. Bunun tüm faturasını, muhasebesini, “Neden sen gidip bu işi yaptın” diye iş dünyasına çıkarmak kolaycılık olur.
Peki sanayiyi önceleyen nasıl bir iklim oluşturmak lazım?
Sanayi dışındaki insanları cezbeden imkanların (özellikle rantsal getiri anlamında sunulan imkanların) doğru analizinin yapılması lazım. Sanayiciyi sanayiden vazgeçiren haksızlığın, adaletsizliğin düzeltilmesi gerekiyor. Vergiden bu kadar muaf, getirilerin tamamen vergi dışı bırakılmış olduğu bir yapının en azından sanayi sektörüyle eşit şartlara getirilmesi lazım. Sadece bu eşitliği sağlayıp, “Aynı durumdasınız, hodri meydan” demenin de sanayiye kısa zamanda bir canlanma ve katkı sağlayacağını düşünmüyorum.
Kabul etmek lazım ki, bugün dünyada güçlü devlet destekleri oluşturulmadan sanayide bir yatırımcı iklimi oluşturmak kolay değil. Çünkü dünyada nakdin ve sermayenin kendisine daha rahat fırsatlar bulabildiği bir ekonomi içerisindeyiz. Bu nedenle dünya, sermaye sahibini sanayiye çekebilmek için devletin daha güçlü bir lokomotif görev üstlenmesi gereken bir dönemin içerisine giriyor. ABD, Almanya gibi dünyanın en liberal sanayi ülkelerine baktığımızda da devletin sanayiciliği farklı farklı şekillerde desteklediğini görüyoruz. Devlet bu güçlü desteği vermeden inşaat, hizmet gibi alanları cezalandırsanız da Türkiye’de yeni bir sanayi hikayesinin güçlü bir şekilde doğacağını düşünmüyorum. O dopingi devletin ne yapıp edip, doğru yatırımcıyı bularak ortaya koyması gerekiyor. Yani ezber bozacak güçlü enstrümanlara ihtiyaç var.
Gayrimenkulde rant vergisi konuşuluyor…
Sektörel denge için bu belki yapılacak bir şey. Sanayinin mevcut destek şartlarını değiştirmediğiniz takdirde bu ancak belli bir yere kadar hizmet eder. Sanayi, bunun dışında somut olarak ortaya konması gereken çok daha güçlü bazı enstrümanlara ihtiyaç duyacak. Önümüzdeki dönemde bunların neler olacağı ve farklı teşvik modelleri üzerinde çalışıp birlikte değerlendireceğiz. Şu anda olduğu gibi sadece bölgesel teşviklerle bu işin istenildiği kadar başarılı olamadığını görüyoruz. Sadece bölgesel teşviklere bağlı olarak Türk yatırımcısı bir sanayi hamlesi başlatamıyor.
Demek ki bu model etkisini yeteri kadar gösteremedi, daha farklı, ezber bozacak, daha güçlü birtakım enstrümanlara ihtiyaç var. Bunun başında da finansın yer alması lazım. İSO 500 araştırmalarımız sanayicinin çok ciddi finansal yükün altında olduğunu ortaya koyuyor. Yeterli TL bazlı kredi kaynakları olmadığı için sanayi kuruluşlarının bilançoları, güçlü bir kur baskısı altında. Borç/özkaynak dengeleri parlak değil. Bu nedenle sanayinin uzun vadeli döviz riski oluşturmayan yeni bir kaynakla beslenmesi gerekiyor. Dünyada paranın çekildiği bir ortamda finans ayağı doğru oluşturulmadığı takdirde yapılacak teşvik ve desteklerin finansın eksiğini giderecek kadar katkı yapacağını düşünmüyorum. Bugün sanayiye vergiyi sıfır dahi yapsanız, etkisi mutlaka olur ama ezber bozacak, heyecan yaratacak bir hikaye yaratmaz. Temel sorun finansın nasıl çözüleceğinde kilitleniyor.
Sanayiye güçlü finans desteği nasıl sağlanacak?
Güçlü bir kalkınma bankası kurulabilir. Sanayinin, inovatif, katma değer yaratacak olan yatırımların, temel öncelikleri doğru tespit edilmiş sektörlerin kalkınma bankacılığı ile uzun vadeli desteklenmesinin en önemli etkilerden birisi olacağı kanaatindeyim.
Türkiye’de kalkınma bankacılığı işlemedi…
Kalkınma bankacılığının güçlü olduğu ülkelerin sanayisinin de güçlü olduğunu görüyoruz. Finansal istikrarı birçok sektör ve tüketiciler bir ölçüde değerlendirebildi ama sanayi bunu yeteri kadar kullanamadı. Bugün o gün. Finansal istikrarın meyvesini sanayinin de yemesi gereken bir dönemdeyiz. Faizlerin yüzde 90, enflasyonun yüzde 60 olduğu bir ortamda kalkınma bankacılığı modeli de doğru işleyemiyor. Finansal istikrar yakalamışken, Türkiye’nin bunu uzun vadeli sanayinin lehine bir ortama dönüştürmesi için iklim fevkalade müsait. Bu anlamda geçmişteki hatalardan ders çıkarıp bir başarı elde edebileceğimiz yeni kalkınma bankacılığı anlayışını yerleştirmemiz lazım. Özel sektör bankaları da bu işi iyi yapıyor ama sadece özel sektörle bu işi sürdürebilme lüksünü sahip değiliz. Devletin kendi kaynaklarından oluşturacağı böyle bir model, özel sektörden de alacağı desteklerle oldukça önemli bir kaynağı, sanayiye sunabilme fırsatını verecektir.
Sanayiyi önceleyen bir büyüme modeli, cari açık sorununu nasıl çözecek?
Cari açığı sürdürülebilir kılacak bir sanayi yaratmaktan söze diyoruz. Türkiye’de ithalatı besleyen ve yeteri kadar katma değer oluşturmayan temel sektörleri tespit edip, bunun değişimini sağlayacak destekler oluşturulması lazım. Bugün basit birkaç hamle ile birçok sektördeki ithalatı kesip, üzerine ihracat fırsatı yaratmak mümkün. Örneğin tekstilci çay kaşığı ile topladığını götürüp tencereyle makineye veriyor. Bugün bırakın makineyi örgü makinesinin iğnesini bile ithal ediyoruz.
Türkiye’de zorluklar altında inanılmaz işler üreten insanlar var. Bu insanların finansman sorunlarını çözüp, sadece işine odaklanacağı bir ortam yarattığımızda o kabiliyetlerin sadece makine sektöründe dahi ithalata bağımlı açıkların kapanacağını ayrıca ihracat doğuracağını düşünüyorum. Birçok sektörde bu mümkün. Örneğin süt sektöründe son dört beş yılda yapılan birtakım doğru işler cari açığa neredeyse 1 milyar dolar katkı sağladı. Dışarıdan dahilde işleme yoluyla süt tozu ithal ediyorduk. Devlet “Türkiye’deki süt tozunu destekleyeceğim” dedi. Bu modelin işlemesiyle Türkiye 45 bin ton süt tozunu ithal etmek yerine kendi kaynaklarıyla üretiyor. Böylece ithalata giden 250 milyon dolar artık gitmiyor. Ayrıca Türkiye’de sürdürülebilir bir süt üretimi oluşturuldu. Türkiye’nin sütü her yıl 1 milyon ton artıyor. Türkiye ihracatçı olmaya başladı. 500-600 milyon dolar ihracat yapıyoruz. Böyle sektör sektör doğru analiz edildiğinde birçok sektörün katma değerli işlere ulaşabileceğini düşünüyorum.
Makas değiştirmezsek ne olur?
Dünyadaki para azaldığı sürece Türkiye’nin ihtiyacı olan büyümeyi bu haliyle sürdürmesi mümkün değil. Petrol de bulsak, altın da bulsak mümkün değil. Bu nedenle Türkiye, mutlaka ve mutlaka üretime dönmek zorunda. Üretimden bir kaynak, zenginlik, refah yaratmak durumunda ki diğer sektörleri de sürdürülebilir ölçüde büyütebilsin. Makas değişiminin hükümet tarafında da çok net konuşuluyor olması bu resmin çok net algılandığını gösteriyor. Ben önümüzdeki 10 yılda üretimin, sanayiciliğin geçmiş 10 yıldan çok daha değerli olacağını düşünüyorum. Ya da gelecek 10 yılda “Niye sanayicilik yapıyorum” hayıflanmasının daha az olacağını düşünüyorum.
Sanayicilerin gayrimenkul rantına yenik düştüğü tartışmalarının yapıldığı bir ortamda İstanbul Sanayi Odası’nın sahibi olduğu Odakule’yi gelir kapısı olarak görmesi ironik değil mi? Yani İSO da gayrimenkul rantına yenik mi düşüyor?
Bugün Odakule farklı kontratlarla kiraya verildiğinden dolayı İstanbul’un böyle kıymetli bir bölgesinde elde etmesi gereken gelirin çok altında bir gelirle karşı karşıya. Biz burada bir yanlışlık görüp değerlendirmek istedik. Bu emaneti bize verenlere karşı bir hesap borcumuz varsa bunu görüp de göz yummamız sorumluluğumuza yakışmaz. Odakule İstanbul’un en marka binalarından bir tanesi. İstanbul’da ismiyle adresi belli olan böyle 20 bina çıkmaz. Bu ölçüde kıymetli bir yer için doğru analiz yapıp, bunun karşılığının da İstanbul Sanayi Odası’nın hizmetlerine sunulması noktasında fırsat aramak durumundayız. Satıp da çıkmıyoruz. Bugün oluşturduğu gelirin çok üzerinde bir gelir yaratması şartlarıyla arayış içerisine girdik.
FED’in faiz artırımına gideceği bir ortamda kredi derecelendirme kuruluşlarının siyasi risk uyarısına hükümet “Böyle bir risk yok, gerekirse bu kuruluşlarla ilişkiyi keseriz” cevabı veriyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünyanın tasarrufuna eğer bağlıysanız, dünya gerçeklerini iyi hesap edip, kabullenip ona göre de proaktif davranmak durumundasınız. Global dünyanın finans üzerinde realite oluşturduğu bir ortamda dünyanın en büyük para matbaası FED’in alacağı her karar bizim için son derece önemlidir. Bu tasarrufların Türkiye’ye gelme noktasında bir değerlendirme yapılacaksa ve belli markaların filtrelerinden geçen değerlendirmelere bel bağlanılıyorsa bu kuruluşları yok saymak, ilişkiyi kesmek de alacağınız riskle bağlantılı bir karardır.
Merkez Bankası üzerinde yoğun bir faiz baskısı kuruluyor. Siz bu noktada nerede duruyorsunuz?
Ben finansal istikrarın yanında duruyorum. Finansal istikrarı kim koruyorsa ben onun yanındayım. Sanayi finansal istikrardan alması gerekeni almadı. Finansal istikrarın bize borcu var. O borcu ödemesi için de oranın sağlam durması lazım.