El Erian: Küreselleşme öldü, ya sonra?

0
32

Batı dünyası on yıllar boyunca iyi tanımlanmış ve geniş ölçüde kabul gören ekonomik paradigmanın hem ulusal hem de uluslararası düzeyde ağırlığı olacağına inandı. Ancak bu paradigmayı açıklayacak ve özellikle de ekonomik evrimi öngörebilecek “uzmanlar”ın kapasitesine olan güvenin azalmasıyla, bu inanç çöktü. Küresel ekonomi en zayıf ülkeler karşısında daha fazla parçalanma ve gerileme riskiyle karşı karşıya.
Oysa dünyada ekonomik ve uluslararası finansal bağların güçlenmesiyle daha kalıcı kazançlar elde edileceği, üretkenliğin artacağı ve mali istikrarsızlık riskinin azalacağı tahmin ediliyordu. Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki farkın azalacağı gibi varsayımlar revaçtaydı.

Körleşme
Üniversitelerin büyük bir bölümünde öğretilen klasik teorilere sadık kalan bu strateji,  özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra, Çin ve eski Doğu bloku ülkelerinin dünya düzenine dahil olup, üretim ve tüketimi canlandırmasıyla şaşaalı günlerini yaşamaya başladı.
Ancak Washington’un teorilerine yönelik güven bir tür kör inanca dönüştü. Siyasetçilerin ve ekonomistlerin kendilerinden aşırı memnuniyeti ise dünya ekonomisini daha da kırılgan hale getirirken, bir dizi küçük çaplı şokların birikimi nihayetinde 2008 yılında büyük bir krizin patlamasına neden oldu.
Küreselleşmenin avantajları birdenbire risklerle karşılaştığında tuzla buz oldu. Kriz ve sonuçları kısmen yanlış analizlerin sonucuydu. Ekonomistler hızla büyüyen ve gittikçe daha deregüle hale gelen finans sektörüyle reel ekonomi arasındaki ilişkiyi derinlemesine anlayamamışlardı. Ayrıca büyük teknolojik inovasyonları da yanlış değerlendirmişlerdi. Öte yandan, siyasetçiler ise gittikçe artan eşitsizliklerin ekonomik, siyasi ve sosyal sonuçlarını görmezden geldiler; bu da orta sınıfları daha da kırılgan hale getirdi.
Dolayısıyla ekonominin ve finansın küreselleşmesine tepki duyulması normal. Gelişmekte olan ülkeler kadar gelişmiş ülkeler de, bağımsızlıklarının bir bölümünü teslim edecekleri bölgesel ve uluslararası kurumların güçlenmesinden rahatsız oldular.
Şimdi artık bazı ülkeler içe kapanıyor ya da ikili ilişkiler geliştirmeyi tercih ediyor. Asya ülkeleri buna örnek olarak verilebilir. Bu gelişme ABD ve Çin gibi devlere yarayabilir ama özellikle Afrika’da, ülkeleri ve bölgeleri daha da marjinalleştirebilir.
Bu yeni tabloda, yeni bir konsensusa varmak kolay olmayacak. Bu geçiş süreci belli sınavlara tabi tutulacak ve iyi fikirler kök salmadan önce bazı kötü fikirlerin ayıklanması gerekecek.
 
İnandırıcılık kaybı
Yeni söylem ve uygulamaların hayata geçmesini beklerken, ekonomistler ve siyasi aktörlerin de mevcut durumu iyileştirme yönünde önemli bir rol üstlenmeleri gerekiyor. Ülkeler ve özellikle de Avrupalılar eskimiş ve inandırıcılığını kaybetmiş çok yönlü bir ekonomik yönetişim sistemini reformdan geçirmek zorundalar. Uluslararası düzeyde de, “adil ticaret” konsepti daha derin tartışmaların konusu olmalı.
Öte yandan, reel ekonomiyle finans arasındaki etkileşim daha yakından incelenmeli. Ayrıca çok büyük eşitsizliklere çözüm bulmak için servetin dağılımı konusuna daha fazla eğilmek şart. Özellikle de orta sınıflar üzerindeki baskıların azaltılması ve nüfusun en alt kesimlerinin sosyal güvenceden mahrum bırakılmaması gerekiyor. Bunun için de teknik evrimden kaynaklanan yapısal değişimler iyi anlaşılmalı; ileri teknolojili büyük şirketlerin gittikçe artan sistemik önemlerini iyi kavramaları ve devletlerle anlaşarak buna uyum sağlamaları şart.
Unutmayalım ki kendinden aşırı memnuniyet, aşırı güven daha önceki ekonomik paradigmanın kaybetmesinin başlıca nedeniydi. Bu yaklaşımın daha fazla yıkıma yol açmasına engel olalım!